1920 li yıllarda Vize

Başkanın Öz Geçmişi

Vize’li Profesör Suat VURAL’ın kendi hayatını anlattığı Bir Yaşamdan Kesitler Kitabından.

İlk çocukluk yılları : Nüfus kaydına göre 1922 (1338), ama babamın hâlâ sakladığım cep defterine düştüğü nota göre ise 1921 yılının 27 Temmuzunda Kırklareli'nin Vize ilçesinin tepe üstü bir mahallesinde, Kale (şimdiki adıyla Mimar Sinan) mahallesinde, bahçeli bir evde doğmuşum. 1921 yılı yurdun karanlık günleri. Anadolu'da kurtuluş savaşı sürüyor. Trakya'yı işgal eden Yunanlılar azıtmış. Anadolu'ya geçme olasılığı olan her genç gibi babam da tutuklanmış ve belirsiz bir yere sürülmüş. Bu yüzden de doğumumun kayda geçirilişi Yunanlının Anadolu'da bozguna uğrayıp, babamın serbest bırakılışına kadar gecikmiş. Çocukluğumun ilk on bir yılı doğduğum bu bahçeli evde geçti. Zaten kasabamızda bahçesiz ev yoktu ya... Ama sanla bizimki bir başkaydı. Hanımelinin süslediği pencerem, üzerinden inmediğim dut ve erik ağaçları, salkım, salkım misket üzümlerinin sarktığı çardak şimdi sadece anılarımı süslüyor. Çocukluk anılan çok güçlü oluyor galiba. Hâlâ zaman, zaman rüyalarımda mahallemizin ıhlamur kokan taşlı sokaklarında çember çevirip, çelik-çomak oynar; Hisartepe'de uçurtma uçururum. Herkes gibi gösterişsiz, sade ve düzgün bir yaşamımız vardı. Yılda bir kurulan panayır kasabaya biraz canlılık getirirdi. Hele olaya bir de tiyatro kumpanyası katılmışsa yer yerinden oynardı. Eski bir kiliseden bozma Türk ocağı yapısının önünde, (Aya Yorgi Kilisesi, Şuan burada Cumhuriyet Meydanındaki Merkez Camii bulunuyor.) başında püsküllü fesi, elinde çam, yanakları boyalı çığırtkanın davetine uyanlar binanın salonunu doldururlardı. Bizim yerimiz genellikle önceden ayrılırdı. Erkekler alt salondaki iskemlelerde, kadınlar da balkonda yerlerini alır; cazbandın zil gürültülerine karışan kantocunun şarkılarını dinler, orta oyunu seyrederdik.
 
Türk Ocağı (Aya Yorgi Kilisesi) Şuan burada Cumhuriyet Meydanındaki Merkez Camii bulunuyor.
Kış gecelerinin en önemli ve hemen tek eğlencesi ise evlerde yapılan toplantılardı. Erkekler ayrı, kadınlar ayrı odalarda toplanır, sohbet ederler; kahveler, çaylar, hardaliyeler içilir; kestane kebap yapılır; nasır patlattırdı. Bu toplantıların başlıca eğlencesi de fincan (yüzük) oyumuydu, iki grup halinde oynanan oyunda bir tepsi içine on iki fincan baş aşağı kapatılıp birinin altına da bir yüzük saklanırdı. Karşı tarafın yüzüğü ya ilk seferde, ya da sondan bir önce bulması gerekirdi. Bu durumda tepsi el değiştirir; saklama sırası diğer takıma geçerdi. Yüzüklü fincan bu İki dorum dışında açılırsa, yüzüğü saklayan taraf açılmadan kalan fincan sayışa kadar puan alır; yüz puanı önce tamamlayan takını oyunu kazanırdı.Bir de kadın meddahımız vardı. Vasviye Hanım kâh bir tarağı burnunun altına sıkıştırarak külhanbeyi, kâh yüzüne siyah bir peçe örterek arap bacı olur, anlattığı hikâyelerle hepimizi kahkahalara boğardı.Yazların başlıca eğlencesi ise kır ve bahçe gezileriydi. Akşam üzerleri, kasabanın hemen kenarındaki Ali Babanın sebze bahçesine gidilir, billur gibi bir pınarın buz gibi sularında soğutulmuş, mevsimine göre, marul ya da salatalık yenirdi. Hafta sonlan da Karpuz Kaldıran, Ayazma gibi mesire yerlerinde piknikler düzenlenirdi.Okul öncesi çocukluk yıllarımdan bir tablo hâlâ bütün canlılığıyla gözümün Önündedir. Akşamlan annemin beni uykuya yatırması.Küçük evimizde, yatak odası olarak kardeşlerimle aynı odayı paylaşırdım. Annem beni yatağıma yatırır, üstümü örter; yer yatağımın kenarına ilişerek saçlarımı okşar ve yumuşacık sesiyle "Haydi bakalım" derdi. "Düşün... bugün uslu çocuk gibi neler yaptın? Yaramazlıktan çok. İyi şeyler yaptıysan tatlı güzel rüyalar göreceksin. Korkulu rüyaları yaramazlık yapanlar görür."Bu böyle sürüp gitti. Zamanın akışı içinde özelliğini değiştirerek davranışımın bir parçası oldu. Bugün hâlâ akşamlan yatağa girdiğim zaman gözlerimi kapar ve anacığıma günümün hesabını veririm. Ve ertesi gün onun ruhunu, benim de vicdanımı daha çok rahatlatacak davranışla içinde olmak dileğiyle uykuya dalarım.Bunun kadar keskin çizgilerle belleğimde yer edip hâlâ canlılığını sürdüren bir başka tablo da, ailece hep birlikte yediğimiz yemeklerdir. Bu sahnenin klasikleşmiş çizgilerini oluşturan sözler zaman, zaman bütün canlılığı ile kulaklarımda çınlar. Annemin "Sofra hazır çocuklar; babanızı bekletmeyin "çağrısıyla başlardı bu sahne. Üç ablam, annem ve babamla birlikte, diz dize oturduğumuz yer sofrasında annem yemeklerimizi tabaklarımıza koyar; babamın "Afiyet olsun" dileği ve besmelesiyle yemeğe başlardık. Arkasından gene babamın sesi duyulurdu:"Yemek güzel olmuş hamın, eline sağlık". Sonra annemin değişmeyen yanıtı "-Afiyet olsun efendi, kesene bereket". O sofranın sıcaklığı, o yemeklerin tarh bir başkaydı sanki. Ruhları şad olsun.Güzeldi… gerçekten güzeldi çocukluğumuz.Annemin okşar gibi o tatlı sesi; Babamın güven veren gölgesi Güzeldi.Yer sofrasında kaşıkladığımız aş Ve duvar üstünde oynadığımız üç taş Güzeldi.Üstünden inmediğim dut ağacı, Pencereme tırmanan hanımeli Güzeldi.Ihlamur kokan bahçeler.Uçurtma uçurttuğum o yemyeşil tepeler,Tulumbadan gürül gürül akan suyumuz Güzeldi;Gerçekten güzeldi çocukluğumuz.

İlkokula başlıyorum : İlkokula 1928'de, yeni alfabenin resmen yürürlüğe girdiği yıl başladım. Harf değişimi ile birlikte Ülkede büyük bir okuma seferberliği başlamıştı. Her yerde açılan Millet Dershanelerinde kadın, erkek, genç, yaşlı herkes yeni alfabe, ile okuyup yazma öğrenmeye; beşinci yaşına henüz basmış genç Türkiye Cumhuriyetine yaraşan bir vatandaş olmaya çalışıyordu. Ailemizden iki kişi, büyük! kardeşlerimden Meziyet ve Dirayet bu dershanelerden birinde gönüllü öğretmenlik yapmaktaydılar. Ben de daha okullar; açılmadan onlarla birlikte bu dershanelere gider gelirdim. Bir arada okuma yazma da öğrenmiştim. Bu yüzden birinci sınıf öğrenciliğini sadece birkaç saat sürdü; ve ben okula ikinci sınıftan devam ettim.Okula ilk başladığım gün, şimdi nasıl olduğunu anımsamıyorum ama benim okuyup yazma bildiğimi öğretmen fark etmiş. Anımsadığım beni baş öğretmenin odasına götürüp bilgimi onunla birlikte ölçtükten sonra i elimden tutarak ikinci sınıfa götürüp öğretmene teslim edişi ve sonrayıdır.Sınıf o sırada güzel yazı çalışması yapıyormuş. Bunun için de Özel defter gerekiyormuş. Tabii benim yoktu, Öğretmen iki defteri olan bir Öğrenciden aldığı defteri bana verdi; ve “Sen arkadaşına sonra yüz para verirsin” dedi. Defterin bedeliydi bu. Yüz para, yani iki buçuk kuruş, ya da bir liranın kırkta biri. Her ne ise, anlatmak istediğim bu değil Eve sevinç içinde döndüm.İkinci sınıf öğrencisi olmuştum. Müjdeyi verdim. Sonra da defter olayını anlattım. Babam önce alnımdan öptü; tebrik etti. Sonra da kulağımı güya çeker gibi, ama daha çok okşarcasına tuttu; sert ve ciddi bir sesle ''Bu son olsun, Bundan sonra hiçbir zaman ve hiç kimseden borç, veresiye bir pey almak yok; sonra kulağım koparırım” dedi.Galiba bugün bile unutamadığım bu olaydır ki beni borçtan, taksitten uzak bir yaşam biçimine zorladı. Kötümü oldu? Kesinlikle hayır. Bu güne kadar aile bütçemiz hiç açık vermedi ve huzurumuzu kaçıran alacaklımız olmadı.

İlkokula ilk adımı altığım yıl: Önde çember içinde ben, arka sırada son sınıf Öğrencisi küçük ablam Nezahat Şimdi Adalet EREZ İÖO. bulunduğu, Atatürk İlk Öğretim Okulunun eski yıkılan eski binası.

Özel kişilikli (nevi şahsına münhasır) biri : Kamil Çavuş Okulumuz tek katlı taş bir bina idi. Çevresi tamamen açık olduğu için oldukça geniş bir oyun alanımız vardı. Biraz ilerdeki caminin şadırvanı okulun bahçesinde gibiydi. Ama biz susuzluğumuzu gidermek, ya da sırf oyun olsun diye, her şadırvana gidişimizde Kamil Çavuş’un engellemesiyle karşılaşırdık. Kamil Çavuş, ufak tefek ama sert ve aksi görünümlü biriydi. Şadırvanın hemen arkasındaki bir mahalle kahvesini işletiyordu. Berberdi; kahvehanemsi dükkânın bir köşesine yerleştirdiği koltukta hem tıraş yapar, hem de di} çekerdi. Sözün kısası Kâmil Çavuş kahveci, berber ve dişçi idi. öyleydi de galiba bu Uç îş de ona yetmiyordu ki aynı anda Küçük Cami'nin de müezzinliğini yapardı. Bu da beni şadırvan için imtiyazlı duruma sokuyordu. Eskiden cami imamlıkları (imamet) babadan oğula geçermiş. Vize Küçük Camimin imamlığı da dedem Müderris Mehmet Şakirden de babama geçmiş. Kısacası babam Mehmet Rüştü efendi bu caminin yasal imamı idi. Eh tabii cami imamının oğla müezzinin gözünde imtiyazlı bir durumda olsundu artık Böylece hiç olmazsa şadırvandan rahatça su içebiliyordum.Babam Küçük Cami'nin yasal imamıydı. Ama bu görev için kasaba müftüsünü kendisine vekil bırakmıştı. Resmî devlet memuruydu çünkü. O zamanki adıyla muhasebe-i hususiye, şimdiki deyimle özel idare memuruydu babam. Gene de cuma ve bayram namazlarım kendi kıldırırdı. Cüppesini ve sarığını giyer beni de yanına alır camiye öyle giderdik. Tabii O mihraba cemaatin önüne geçen ben de müezzin mahfilinde Kâmil Çavuşun arkasında saf tutardım. 0 zamanlar hafta tatili cuma günü olduğundan bu böyle sürüp giderdi. Sonraları yalnız bayram namazlarıyla sınırlandı ve Vize'den ayrılıncaya kadar sürdü. Sonra Kâmil Çavuş da, şadırvan da. babamın imamlığı da anılara gömülüp gitti. Ama o günlere hasret bitmedi.
Neydi o günler ki çocuktuk.
Düşen uçurtmamıza ağlar,
Bir peynir şekeriyle avunurduk.
Neydi o günler ki çocuktuk
Ama umut doluyduk.


Göç :

1932 Haziranında okulu bitirdiğim zaman babam da Lüleburgaz özel idare memurluğuna atanmıştı.Aile içinde gidip gitmemenin uzun, uzun tartışıldığını anımsıyorum. Lüleburgaz Vize'ye göre çok daha hareketli, çok daha gelişmişti, üstelik İstanbul ve Edirne ile demiryolu bağlantılıydı. Ama herkeste kökünden koparılıyormuş gibi bir duygu yardı; gurbete çıkı yorduk. Sonunda gitmeye karar verildi.Ilık bir bahar sabahı ailece bindiğimiz faytonda, arabacının yanına oturup atlara ilk kamçıyı vurduğum zaman, yeni bir maceraya atılışın coşkusu; doğup büyüdüğüm yuvadan, ilk çocukluk aşkının heyecanını tattığım topraklardan ayrılmanın burukluğu vardı içimde. Billur gibi bir derenin suladığı, ceviz ağaçlarının gölgesindeki sebze bahçemiz, ritmik tıkırtısı hâlâ kulaklarımdan gitmeyen su değirmeni ve babamın kendi elleriyle budayıp baktığı üzüm bağımız, bağ bozumlarında kaynatılan pekmez kazanları, salkım, salkım sallanan ceviz sucukları hepsi bir hayal oluyordu.Bağ bozumları başlı başına bir olaydı. O gün erken saatlerde bağda olunur, kesim başlardı. Yemeklik üzümler özenle sepetlere yerleştirilir; üstleri bağ çubukları ile Örtülürdü. Büyük bir bölümüyse küfelerle şarapanaya taşınarak boşaltılırdı. Şarapana, galiba "şarap-hane"den bozma bir sözcük olacak. Dört kenarı 1-1.5 m. kadar yüksekliğinde, içi bütünüyle çinkoyla kaplanmış ve arkasında ağaçtan, büyük bir musluğu bulunan arabaya bu ad verilirdi. Üzümlerin toplanması birince şarapanaya koşulan öküzlerle evin yolu tutulurdu. Yol boyunca, önceden ayak temizliğini yapmış 2-3 kişi şarapananın içinde üzümleri çiğnerlerdi. Böylece eve ulaşıldığında bütün üzümlerin suyu çıkmış oturdu. Şarapananın musluğundan alman şıra önceden yakılan ateşlerde kaynatılmaya başlanır; ihtiyaca göre pekmez ve pelte yapılır; peltenin bir bölümü kalın bir yufka halinde çarşaflara serilerek kurutulur, bir bölümüyle de ceviz sucuğu yapılırdı. Suyu alınmış üzüm cibresi ise sirke ve hardaliye yapımında kullanılırdı Bu hengâmede benim de önemli bir görevim vardı. Ağaçtan ağaca dolaşarak çatal biçimindeki çubuklardan keser, iplere dizilmiş ceviz dizilerinin ucuna bu çatalları bağlardım. Pelteye batırdıktan sonra asabilmek için Arada bir de ocak için kuru dal taşıyan oduncuların boş kalan eşeklerine biner, kaçamak turlar atardım.Bağ bozumunun arkası kıştır. Şimdi bana mı öyle geliyor bilmiyorum. Kışlar bir hayli şiddetli geçerdi. Evimizin kapısı kardan kapandığı için ikinci katın penceresinden dışarı çıkıldığını anımsıyorum. Böyle ağır kış günleri okula gidemezdim. Bir çocuğun, günü bütün aile ile birlikte sobalı tek bir odada ve hele ailenin öteki bireylerini rahatsız etmeden geçirmesi ne demektir, bunu yaşayan bilir. Böyle günlerde genellikle ben ya tek sayfalık, sözüm ona gazete hazırlayıp babama satar, ya da ablalarım el işi işlerken onlara roman okurdum. Tabii bunların hiç biri çocuk romanı değildi. Ama gene de oyalanırdım. Şimdi hemen hiç birini anımsamıyorum. Fakat hangisinden bilmem, belleğimde yer etmiş bir cümleciğin yaşantımı da, davranışlarımı da etkilediğini sanıyorum. "Altın değerindeki orta halliliği sev..." diyordu yazar. İnsanı şımartan zenginlikten de, süründüren yoksulluktan da uzak orta hallilik.Lüleburgaz'a göçümüz bütün aile için yeni bir yaşantının başlangıcı oldu. O yıllarda, bütün Trakya'da orta öğretim olanağı yalnız Edirne'de vardı. Ablalarımdan biri de Edirne Kız Muallim Mektebinde okuyordu. Ailemizin dar bütçesi ise iki çocuğu yatılı okutmaya elverişli değildi. Bu yüzden benim orta okula başlamam ister istemez ertelendi. Neyse ki ilkokul başöğretmeni ve Milli Eğitim memuru misafir öğrenci olarak son sınıfa devamıma izin verdiler. Böylece hiç olmazsa bir arkadaş ortamına girebilmiştim. Ara sıra da babamın dairesine gidiyor; bazı basit işlerde ona yardım ediyordum. Yaptığım önemli işlerden biri de postadan gelen zarflan yutmadan, yapıştıkları yerden açmak ve içini dışa çevirerek yemden yapıştırarak zarf haline getirmekti. Yapıştırıcı olarak ağaçlardan topladığım kedi balını suda kaynatmakla elde ettiğimiz zamkı kullanırdık. Kaza ite yırtılan zarfları ise müsvedde kâğıdı olarak kullanılmak üzere, düzgün bir şekilde kesip deste yapardım. Amaç devlet bütçesinden savurganlık yapmamaktı.Aynı tutumluluk aile içi uygulamalarda da geçerliydi, Yırtılan çorapların burnuna, topuğuna yeni parçalar geçirilir, tabanı delinen ayakkabılar üstü yırtılıncaya kadar yeni pençe yaptırılarak kullanılır; yıpranan ceketler ters yüz edilerek yenilenirdi. Yani 1930ların Türkiye'si bir tüketim toplumu değildi. Okullarda Yerli Malı Haftaları düzenlenir; yerli malı kullanılması teşvik edilirdi. Ama hemen ekleyeyim, Devlet bütçesi de, aile bütçesi de açık vermezdi. O tarihlerde babamın aylığı 35 TL idi. Evet yanlış söylemiyorum. Otuz beş bin değil, sadece, otuz beş Türk Lirası. Vize'deki bağ, tarla vb kaynaklardan gelen üç beş liralık gelirimizi babam, kış aylarının beklenmedik giderlerine ayırır ve her ayın sonunda, gelecek ayın bütçesini yaparak bu 35 liralık aylığın ne kadarıyla ailenin hangi ihtiyacının karşılanacağını tespit ederdi. Eğer aileden bütçede belirlenmemiş bir istek gelirse o gelecek aya ertelenirdi. Ama ne borç alınırdı; ne de taksitle alış veriş yapılırdı. Bu denk ve disiplinli bütçe uygulamasına hepimiz uyardık. Yalnız annem kendine göre önlemini almıştı. Henüz kilerinde yağ, pirinç vb İhtiyaç maddeleri bitmeden bunları gelecek ayın bütçesine koydurur, dengeyi sağlardı.Hiç unutmuyorum bir gün okuldaki kardeşime mektup yazmıştık. Annem yazılanları bana verdi;"-Babana götür O da yazsın da postaya at” dedi. Babamın yanma gittiğim zaman onu önündeki büyük, ciltli bir deftere bir şeyler yazarken buldum. Mektupları vererek annemin isteğini bildirdim. Elindeki kalemi masaya bıraktı. Cebinden bir başka kalem çıkardı. Yazmaya başlarken "Kendi özel yazına kendi kalemin" dedi. Babamın eğitim sistemiydi bu. Onun gerçek davranışı da.Bugün, Hazret-i Ömer'in bir menkıbesinden esinlendiğini sandığım bu davranıştaki mesajı çok daha iyi değerlendirebiliyorum.


Yukarıda Suat VURAL annesi Sadiye Hanım, babası Mehmet Rüştü Bey ve üstte sağdan sola ablalaları Meziyet, Nezahat ve Dirayet ile...
Vizeli Prof.Dr. Suat VURAL – Bir Yaşamdan Kesitler Kitabından.
 
Prof. Dr. SUAT VURAL’ı Tanıyalım;

1921 yılında Vize’de doğdu. 1947 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun oldu. A.B.D.’de New York Üniversitesinde çalıştı. Yurda döndükten sonra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi parazitoloji kürsüsünde 1961’de Doçent, 1967’de Profesör oldu. Aynı yıl Cerrahpaşa Tıp Fakültesine geçti. Edirne Tıp Fakültesinin kuruluşuna öncülük etti. 1975’de Edirne Tıp Fakültesinin kurucu dekanı olarak altı yıl hizmet verdi. 1984 yılında üniversiteden emekli olduktan sonra 2005 yılına kadar Şişli’deki Osmanoğlu Kliniğinde Tıbbi Laboratuar Grubunun (Mikrobiyoloji-Parazitoloji-İnfeksiyon Hastalıkları) başında görev yapmıştır. 80’in üzerinde bilimsel yayını olan Hocamız aynı zamanda büyük bir şair ve de yazar idi. 27 Kasım 2007 tarihinde yakalandığı amansız hastalığa yenik düşen hocamız her planda Vize’li olmakla övünen bunu sıkça gündeme getiren isminin Vize’li Suat VURAL olarak anılmasını isteyen büyük bir insandı.
10 Haziran 2005 tarihinde İlçemizde düzenlenen II. Vize Tarih ve Kültür Sempozyumuna katılan Suat Hocamız


VİZE'YE ÖZLEM 


Zümrüt bahçelerinde şakır bülbüller,
Dikeni bulunmaz gülün Vize'de.
Fışkırır billurdan pınarlar yer yer;
Sular türkü söyler bütün Vize'de

Andırır alaca gözler sedefi,
Ok olmuş kirpikler arar hedefi.
Kınalı parmaklar dövmede def'i,
Güzelin yeri hep üstün Vize'de.

Şarkılar uzansın bu gece Ay'a,
Vur güzel Ayşecik vur darbukaya.
İnsan nasıl hasret çekmez sılaya,
Gam, keder eriyor bu gün Vize'ye. Vize 1937

DOĞDUĞUM YERE

Nasıl işledi bilsen hasretin kalbimize

Ey şimdi fundalara bürünen nazlı Vize
Her an sularının duyuyorum sesini.
Gözlerimden gitmiyor hala o yeşil bağlar

Hıçkırığımdam aldı o ırmak bestesini,
Bir gönül şimdi onun hasreti ile çağlar.
Ey şimdi fundalara bürünen nazlı Vize
Nasıl işledi bilsen hasretin kalbimize